26 Kasım 2014 Çarşamba

Zayıflamak için 40 fırın ekmek yememiz lazım! :)

Zayıflamak için 40 fırın ekmek yememiz lazım!


Tabi mecazi anlamda:) Buradaki “kırk fırın ekmek” lafını, kırk çeşit yöntemi var zayıflamanın diye düzeltelim. Gerçekten de şu dünya üzerinde isteyip de zayıflayamayacak hiç kimse yok! Metabolik  hastalıkları olanlar da dahil. Bu hastalar da doktor kontrolünde gayet sağlıklı bir şekilde zayıflayabilirler. Bizzat ben kendimden biliyorum. Çok esaslı bir Haşimato hastasıyım. Ve hatırı sayılır ölçüde ciddi bir medikasyonla regüle edilen (düzenlenebilen) bir tiroit hastalığım var. Ben 15 kilo verdim! Bu arada hemen belirteyim Haşimato hastaları normal bireylere oranla daha kolay kilo alır ve daha zor verirler. Metabolizmaları yavaştır.
Kilo vermek için kırk çeşit yol dendim. Dünya üzerinde icat edilmiş tüm diyet yöntemlerini denedim. Dukan, Karatay, Alkali, vs vs. Aklınıza gelebilecek ve duyduğunuz tüm diyet yöntemleri benim üzerimde uygulama gördü. Birinle 5 kilo verdim, 7 kilo aldım. Diğeriyle 3 kilo verdim, 5 kilo aldım. Bu böyle devam etti. Sonra kendime bir karma diyet programı geliştirdim. Ve sonra 15 kilo verdim. 1-2 kilosunu aldığımı fark ettiğimde anladım ki bunu süreğen hale getirmek ve bir yaşam tarzı şeklinde uygulamak gerekiyor. Adını “alkadukatay” koyabilirim ama isim ihlaline girer:) Ağırlıklı olarak Alkali, Dukan ve Karatay diyetleri temeline dayanıyor. Çoğunlukla bunların karması gibi. Ama içine benim deneyimlerimle kattıklarım var. Belki benim de bu konuda bir kitap yazmam gerekebilir:) Neden olmasın? Çünkü böyle blog’umda yazarak anlatabileceğim bir şey değil aslında ve kişiden kişiye de değişkenlik gösteriyor. Uzun ve karmaşık bir süreç ancak genel hatları ile bazı önemli başlıklardan bahsedeceğim bugün. Mutlulukla söyleyebilirim ki yakın çevremde uygulayan, her kişide olumlu sonuçlar aldık. İstekli olmak ve kararlı kalmak da çok önemli.

Öncelikle tabaklarınızı süsleyin. Ne demişler? Çok süslenen tabak kimseyi doyurmazmış!:)  Böylelikle tabaklarınız süslenir ve dolu görünür gözünüze. Ayrıca tokluk hissi, koku duyusu ile yakın ilişkilidir. Tabaklarınızı süsleyene kadar geçen sürede geçen zaman hemen sofraya oturmanızı engelleyecek ve bu süre içerisinde kokular beyninizin tokluk merkezine ulaşacak ve kendinizi kısmen doymuş hissedeceksiniz. Annelerimizin “ben yaparken doydum” demeleri bu yüzdendir. Bir iki lokma da tadına, tuzuna bakmak için ağızlarına atarlar ve sofraya oturduklarında tok hissettiklerini söylerler çoğu zaman. Bide iflah olmaz, her daim açlar vardır aramızda. Kokuyu aldıkları gibi beklemeden “karşı taarruza” geçerler ve öyle tabaktı, süstü falan gözleri hiçbir şeyi görmez ve tencerenin, tabağın üzerinden “Tazmanya canavarı” gibi geçerler. İşte konumuz bu arkadaşlar!

Onlara şunu şiddetle tavsiye ediyorum. Diyete başlamadan önce bir hafta boyunca kendilerine bir nevi terapi yapsınlar. “Ben bundan sonra aç yaşayacağım ve açlık hissettikçe mutlu olacağım. Çünkü her aç hissettiğimde aslında bacaklarım, belim, sırtım, kollarım, yanaklarımı istila etmiş o yağ tabakası inceliyor. Her aç hissettiğimde bir kısmını öldürüyorum bu insafsız yağ kütlesinin” diye düşünsünler. Aslında aç kalmayacaklar, gerekli olduğu kadar yiyecekler ama onların alışkın olduğu kadar çok ve çeşitlilikte yemeyecekleri için mutsuz olabilirler. Ama bu mutsuzluk hali çok kısa bir süre sonra, aynı gün içinde bile mutluluk olarak geri dönecektir.
Örneğin bu gün hastane de yemekhane de masaya bir gittim! Tabak, tabak irmik helvası koymuşlar. Allahııııııııııııım hayatta dayanamadığım tek şey! İşte herkesin bir hassas noktası var. Benimki de bu! İrmik helvası! :) Yemedim arkadaşlar! Yemedim! Ne kadar acı çektim anlatamam! Yok aslında pek çoğunuz beni çok iyi anladınız eminim. Ama hemen şu şekilde düşündüm. İrmik helvasını elinde bavulu ile yola çıkan biri gibi karikatürize ettim kafamda. Yolculuğu da benim göbeğimmiş! Hemen eteğimin fermuarını çekemediğimi hayal ettim. Ve göbeğimden bana sırıtarak el sallayan, orada bir şezlonga uzanmış, göbeğime yayılmış irmik helvasını gördüm.  O irmik helvası ne oldu biliyormusunuz? Küçüldü, küçüldü sersefil bir yaratığa dönüştü ve artık gözüm o tabakları görmez oldu. Algıda seçicilik işte! Algınıza küçük oyunlarla yön değiştirtebilirsiniz. Tabi izleyen birkaç saat boyunca irmik helvaları resmigeçit yaptı beynimdeJ Ama kendimle ne kadar gurur duydum, kendimi nasıl takdir ettim tahmin edersiniz. Şu anda ise AÇIM! GENE! Karnımdan sesler geliyor ara ara. Yöneticimiz uyuyormu? Açııııııııız burda! Atsana bir iki lokma bir şeyler be insafsız!
Yemezler! Evet YEMEZLER, yememeliler! O sesler size Beethoven'in 9. Senfonisi gibi gelmeli! :) Anlatabildim mi? Açlığınızla mutlu olun ve bir süre bu hisle yaşayacağınıza önce kendinizi inandırın ve diyete öyle başlayın. Başarınızı %90 arttıracaksınız!
Bol bol limonlu su için. Limon’nun meziyetlerinden önceki yazımda söz etmiştim. Alkali olayı. Gerçekten çok önemli. Zayıflamayı geçtim, sağlığımızı korumak adına çok önemli. Bir önceki yazıyı okumayanlar varsa rica ediyorum okusunlar. Bundan sonraki yaşantınızda sağlıklı kalmaya çalışmak adına değerli bilgiler içeriyor. Alkali besinlere gelecek olursak söz vermiştik önce kısaca onlara değinelim. En değerli alkali kaynaklar, çiğ sebzeler ve meyvelerdir (meyveyi yumruğunuz kadar yiyeceksiniz tüm gün içinde, fazlası karbonhidrat olduğundan doğrudan yağa dönüşecek ve göbeğinizden size el sallayacaktır). Ek olarak baharat, balık, tohumlar ve alkali değer taşıyan su da değerli alkali kaynaklardır. Sebzeler çiğ yendiklerinde alkalidirler. Onları pişirirken etken kaldıkları ısı, içerdikleri enzim ve vitaminleri yok eder. Elektronları da azaltır. Bu nedenle çiğ sebze yemek ya da sularını içmek çok önemlidir. Rengi koyu olan sebzelerin elektron değerleri daha yüksektir ve en değerlileri mor ve koyu yeşil olanlardır.
Protein ağırlıklı beslenin. AĞIRLIKLI. Tamamen protein değil. Çünkü protein alt birimlerine ayrıldığında bile böbreklerimizin süzücü zarlarından zorlukla geçebilecek ve hatta bazen geçemeyecek büyüklüktedir. Böbreklerimizi, protein ağırlıklı bir diyette, günde 2.5 litre su ile yıkamalıyız! Aman dikkat. Ayrıca bu içtiğimiz su eğer limonlu olursa, proteinle aldığımız protonları alkali su ile nötralize etmiş oluruz. Örneğin et, balık, yumurta, süt ve yoğurt gibi proteinler harika tok tutar bizi. Protein oldukları için kan şekerimiz ani yükselip ani düşüşler yapmaz. Ama onları yerken bir sürü protonu da yükleriz bedenlerimize. Bu nedenle dengeyi sağlamak çok önemli!
Sosları tamamen hayatınızdan çıkartın. Saf zeytin yağı içine baharat ekleyerek nefis soslar hazırlayın. Öyle mayonez falan yok artık unutun! Cııııııııııııııııııııııs!
Akşam yemeğinden iki saat önce, 17.00 gibi, 2 ceviz ya da bir kuru kayısı 2 fındık gibi bir atıştırmalık yedikten sonra en geç 19.00 gibi akşam yemeği yiyin. Arasında hiçbir şey yemeyin. Akşam yemeğinden sonra sadece ayran, ya da bir kase yoğurt yiyebilirsiniz benim yöntemimde. Daha ilerleyen zamanlarda akşam hiçbir şey yememeyi başarabilirseniz, ya da bunu haftada en az iki gece yapabilirseniz uzun vade de kazananlardan olursunuz. Garanti veriyorum.

Aslında ne yersek oyuz gerçekten de! Bana ne yediğini söyle sana kim olduğunu söyleyeyim, asrımızın ata sözü olmalı. Hepinize Tazmanya canavarlarından uzak, sağlıklı, ince ve zarif yaşamlar diliyorum. Soru ve yorumlarınız da yeni yazılarıma konu olabilir. Lütfen paylaşın.
Hayat paylaşınca güzel…
Sevgiler.



Resim Kaynakları:
http://ciltdiyet.blogspot.com.tr/2011_01_01_archive.html
http://melahat44a.blogspot.com.tr/2013/02/suslu-tabaklar.html

http://forumexe.com/frm/hayvanlar-alemi/47041-tazmanya-canavari.html

24 Kasım 2014 Pazartesi

İdida ediyorum çok şaşıracaksınız! LİMON! Ama ne?

Nedir bu alkali olayı?

Neden içtiğimiz suya limon damlatıyoruz? Bu aralar oldukça popüler olan bu konuyu en özet hali ile anlatmaya çalışacağım bugün ve sonucunda neden alkali kalmaya özen göstermeliyiz anlayacaksınız. Daha sonraki yazılarımda ise nasıl alkali kalabiliriz onu konuşuruz.

Vücudumuzun %80’ne yakını sudan oluşuyor!

SU=H2O 

Bunu iyonlarına ayırırsak artı (+) yüklü “H” hidrojen iyonu ve eksi (-) yüklü “OH” hidroksil iyonu elde ederiz.

Peki İyon nedir? Bir atom ’un artı (+) yüklü olasına neden olan “proton” ya da (-) yüklü olmasına neden olan “elektronlarından” birini kaybetmesi sonucu oluşan yapıdır.

Biliyorsunuz insan karbon (C), hidrojen (H), oksijen(O),  azot  (N) gibi atomalar ve ek olarak  yağ asitlerini oluşturan atomlardan ve bunların birleşerek oluşturduğu molekül, hücre zarı, hücre, doku ve organlardan oluşmuştur. Hepimiz birer atom bileşiğiyiz.

Ve hücre bizim işimiz:)

Neden eksi ya da artı yüklü olurlar. Çünkü hepsi atom durumunda eşit sayıda proton ve elektrona sahipken bir elektron kaybederlerse fazladan bir protonları olacağından (+1) yüklü olurlar. Ve her fazladan proton asit pH’a neden olur. Bu iyi değil!
Aksi durumda yani dışarıdan fazladan bir elektron (e) kazanırsa o zaman da eksi (-1) yüklü olurlar ve pH’ı alkali duruma çeker. (pH= sıvıların içinde bulunan elektron ve proton miktarıdır ve tüm sıvıların bir pH değeri vardır. 0-14 arasında değişir ve 7' nin üstü alkali altı asidik değerlerdir.)

Başa dönelim biz atomlardan oluşuyoruz ve bu atomların eksi değerli olması bizim vücudumuzu oluşturan sıvıların ve tüm yapıların alkali özellik kazanması anlamına gelir ki bu bizim için iyidir.

İşte vücudumuzdaki bu artı eksi dengesi “asit-baz dengesi” olarak bilinir ve sağlıklı kalabilmemiz için bu dengenin korunması gerekir. Bu denge bozulduğunda hastalanırız. Bütün oto-immün hastalıklar örneğin tiroit fonksiyon bozuklukları ve diğer tüm hastalıklar bu dengenin bozulması sonucu şekillenir. Artı yükün artması sonucu (yani asitlenme artınca) en basite inelim, hücre zarının yapısı bozulur, yani hücre zarı "oksitlenir" (Hücre zarını oluşturan atomlar proton (+) yüklenirler). Bu oksitlenme sonucunda, normal durumda "sıvı akışkan" halde olan hücre zarı katılaşır ve zarın sıvı akışkan yapısı bozulur. Hücrenin içine besin maddeleri giremez ya da hücrenin içinde durmaması gereken zararlı maddeler dışarı çıkamaz. Hücre zarar görür. Bu hücre karaciğer hücresi ise örneğin, karaciğerimiz hastalanır ve karaciğer, ilaçların ve zararlı maddelerin zararsız duruma getirilmesi işlevinden tutun da çok değerli bazı vitaminlerin üretim ve saklanmasına kadar birçok önemli görevini yerine getiremez duruma gelir. Bunun sonucunda da diğer hastalıklar baş göstermeye başlar.
Eğer oksitlenen hücre zarı, tiroit hücrelerimizin zarı ise, o zar üzerinde bulunan tiroit hormonlarına özel reseptörler de hasar görüp işlev göremez hale geleceği için bu seferde tiroit işlev bozuklukları oluşur. İşte gördünüz mü sadece hücre zarlarımızın yapısı bozulduğu/ oksitlendiği için hastalanıyoruz.

Bizim bedenimizde bir makine gibi çalışmak için yakıta gereksinim duyar. Bu yakıt besinlerdir. Besinlerle aldığımız karbonhidrat, protein, yağlar, mineral ve vitaminlerde vücudumuzu oluşturan aynı atomlardan oluşur ve artı ya da eksi yüklüdürler. Bunlar hücreler tarafından enerjiye dönüştürülür ve hücrelerin yaşamsal işlevlerini yerine getirebilmesi için bu enerjiye gereksinim vardır.  Yani vücudumuzun içine kaliteli yakıt (besin) sokmak bizim elimizde olan bir şeydir. Ne kadar kaliteli (eksi yüklü) beslenirsek o kadar sağlıklı kalırız. Ya da artı yüklü yediğimizin iki kadar eksi yüklü besin alırsak dengeyi sağlarız.

Bilinen en kolay eksi yüklü sıvıyı oluşturma metodu limonlu sudur. Hatta en iyisi gün boyu aldığımız suyun hepsini limonlu yani eksi değerini yükselterek içmektir. Suyun içindeki sitrik asit ve diğer asitler sudaki hidrojen ve hidroksil grupları ile birleşip çok değerli bikarbonat (eksi yüklü bileşik) yapıları oluşturur.  Bu nedenle suya limon sıkıyoruz:) Alkali beslenmeye çalışıyoruz.  


Bu bilgileri çok beğenerek okuduğum sayın Dr. Ayşegül Çoruhlu’nun “Tokuz ama Açız” kitabından derledim sizler için. Zamanınız olursa (ki bence olsun yaratın) bu kitabı alıp okumanızı tavsiye ederim. Ben birkaç kez okudum. Bir bilim insanı olarak okurken bana hepsi bildiğim şeyler olan bu bilgilerin Ayşegül hanımın anlatımı ile bir araya geldiklerinde ne kadar daha farklı anlamlar kazandırdığını gördüm. Okurken “aaaaaaaaaaaaaaaa demek bundanmış”, “tabiiii ya”, “hay Allah bak sen”  dedirten bir kitaptır. Tabi bunlar bir temel tıpçı olduğum için zaten bildiğim şeylere farklı bir bakış açısı kazandırmasındandır. Siz ise okurken başlangıçta biraz kafanız karışabilir, bazı şeyler size yabancı gelebilir. O nedenle sizden “hııııııııım anladıııııııııııııııııım” yada “vay canııııııııııııına” nidaları yükselecektir. Blog'umda sizlere bu şekilde kitap tavsiyelerim de olmaya devam edecek. Biliyorsunuz hayat paylaştıkça güzel ve paylaştıkça değerleniyor.

Yarın da eksi ve artı yüklü besinleri konuşalım.


Tüm güzellikler ve her nefeste sağlık sizlerle olsun.

Resim kaynakları:

http://www.biyolojidersnotlari.com/canlidaki-organik-bilesikler-karbonhidratlar-yaglar-proteinler.html

http://www.eksitarif.com/yemek?tarifi=alkali+beslenme+vucudun+asit+yukunu+arttiran+gidalar

23 Kasım 2014 Pazar

Bu gün kendimizi şımartmalı:)



Merhaba değerli okuyucularım.
Hadi bu gün kendimiz için güzel bir şeyler yapalım…
Bu gün Pazar!
Yüzlerinizin hafiften buruştuğunu görür gibiyimJ Küçüklüğümde ben de Pazar günlerinden nefret ederdim. Bir kere ne hikmetse o gün evde bir seferberlik hali olurdu. Çamaşır yıkanır, önlük ve yakalar kolalanır ve ütülenir (bu anlattıklarımı aranızda hiç yaşamamış olanlar var biliyorum:) ve hatta annelerimiz bizi de bir aklar paklardı. Bu hafta içi banyolarına hiç benzemeyen bir paklanma çeşidiydi. Banyodan çıktığımızda rengimiz Amerikan yerlilerininkine benzer ve derilerimiz buruş buruş olurdu. Yani gerçek anlamıyla bir paklanmaydı ve arkasından ütülensek de olurdu yaniJ
Sonraları ne hikmetse bu Pazar seremonileri bir değişti. Pazar günleri dinlenme, gezme tozma, hayattan tat alma günü olmaya başladı. Pek çoğumuz için de miskinlik günü oldu ki ben sanırım Pazar günü için en azından öğlene kadar geçen sürede, insanın miskinlik yapabilmesinin bedenini dinlendirdiğine inanıyorumJ Pazar günü her zamankine göre 1 saat fazla uyuyabilmek, aile ile veya tek silah da olsa şöyle “tv” karşısında, ya da her nasıl keyif alıyorsanız öyle güzel kalender bir kahvaltı, sonra dumanı tüten kahvemizle bir gazeteleri karıştırmak yada kitap okumak ruhlarımıza inanın çok iyi gelecektir. Aranızda daha ağır ve yoğun bir tempo ile çalışanlarımız vardır muhakkak. Ancak her ne hızda ve güçte çalışıyorsanız çalışın, sırtlarınıza pervane değil nükleer reaktör takmak bile işe yaramayacak kadar ağırsa bile temponuz bir durun! Bir nefes alın gözünüzü seviyim! Unutmayın ki daha verimli çalışabilmek için o bedenlerinizin de dinlenmeye ihtiyaçları var. Sonuçta makine değiliz ama inanın makinayla aynı ahenkte çalışan bir vücudumuz var. Gerek duyduklarını vermezseniz bu bedenlere, arıza çıkartırlar ve gerçekten de devreleri yanar. Sonra neden gözlerimin altında böyle mor mor halkalar var (ki bu B vitamini eksikliğinin de habercisi olabilir ve büyük olasılık zaten midenizle ilgili de sorunlar yaşıyorsunuzdur) ya da eklemlerim ağrıyor, sırtımda inanılmaz ağrılar var vs diye söylenirken bulursunuz kendinizi. Yani ne kadar ekmek o kadar köfte! Siz ona ne kadar iyi bakarsanız o da size o kadar sorun çıkartmayacaktır!

Ne yapalım? Biz de azıcık şımartalım, daha bir özenle iyi bakalım kendimize bugün!  Cuma günü göz çevremizdeki kaz ayaklarının oluşmasını nasıl geciktiririz ve nasıl görünümlerini yumuşatırız konusunu konuşmuştuk ve bu günün konusunu da cilt temizliği olarak belirlemiştik hatırlarsanız.
Bu gün cildimizi temizleyip bakım maskeleri yapalım ardından dinlenelim ve bu günün keyfini çıkartalım, kısa da olsa yarının Pazartesi olduğunu unutalım!
Hadi bakalım başlayalım. Söylemiştim her şey zaten mutfağınızda olan malzemeler olacak benim tariflerimde. Benim diyorum çünkü onları ben oluşturdum. Tabi yıllar içinde, benzer siteleri ya da kitapları okuyarak, birikim edinerek. Bu nedenle benzerlerine diğer başka kaynaklarda rastlayabilirsiniz ama birebir aynıları olmaz elbet.  Çünkü, baktım ki yazılan tariflerde, örneğin yulaf ezmesi değil de, yulaf kepeği kullanınca sonuç daha iyi oluyor. Yani deneme ve tecrübe ile sabitlediğim tarifler. Bunlardan daha çooook var elbet! Sıraları geldikçe konuşuruz onları daJ   
Benim tariflerimde kendi bilgi birikimim, meyve/sebzelerin vitamin içerikleri ve bu vitaminlerin cilt/deri üzerinde ne gibi etkileri olduğu gerçeği ile ilişkili. Yani gene sizi sıkmadan nedenleri ile anlatacağım.

Sabah kalktığınızda her ne olursa olsun nemlendiricili bir sabunla (ki kozmetik yerine zeytin yağlı olanları tercih ederseniz, yüzünüze kendi organik yapısına daha yakın bir malzeme ile yaklaşmış olacaksınız) yüzünüzü yıkayın. Kahvaltı ve tembellik faslı bittikten sonra, spor yapacaksanız da spordan önce bir güzel cildimize zaman ayıralım. Önce bir küçük tencereye 1 su bardağı su koyun ve onu kaynatın. Ateşten aldıktan sonra içine biraz gül suyu ya da kuru papatya da ekleyebilirsiniz. Daha güzel kokacak ve sizi duygusal olarak da rahatlatarak bir ferahlık verecektir. Ayrıca kuru papatya eğer varsa sinüzit sorununuza da çok iyi gelecektir. Eğer yoksa bu yapacağınız işlemin etkisini azaltmaz. Asıl amacımız gözeneklerimizi açmak. Bu buharı, başımızın üstünü kalın ve büyükçe bir havlu ile kapatarak fazlada tencereye yaklaşmadan yüzümüze tutalımJ Bu şekilde gözeneklerimiz iyice açılacaktır. Fazla zaman kaybetmeden şimdi siyah noktalarımızdan kurtulma vaktidir. Bunun için önceden eczaneden aldığınız bir 20’lik enjektörün iğne kısmını enjektörün başından çıkartın ve enjektörün iğnesiz ucunu siyah noktanızın üzerine iyice bastırarak vakumla çekin. “Fırt” diye enjektörün içine geçecektir. Eğer geçmiyorsa zinhar dokunmayın. Zaten sayıları iyice artmış ve bu şekilde çıkmıyorlarsa çoktan iyi bir dermatoloğa gitme vaktiniz gelmiş demektir. Hadi sıktınız hemen üzerini bir kulak temizle pamuğu ucuna döktüğünüz biokadin/tentürdiyot ile silin. Bu bölgedeki bakterileri öldürecektir. Tüm güzelim gençlik yıllarım yüzümdeki Himalaya zirvelerini sıkmakla geçti. Sıktıktan hemen sonra ertesi gün yanında dün yok ettiğimi aratmayacak bir yenisi çıkardı. O zamanlar bakteriler hakkında en ufak bir bilgim yoktu. Bu sivilce dediğimiz hain oluşumlar derimizdeki kıl foliküllerine açılan yağ bezlerinin bakterilerce istila edilmesinden, enfekte olmasından kaynaklanıyor. Bu nedenle siz onları sıktığınızda aslında deriniz üzerine yanardağ zirvesinden süzülen lavlar gibi bakterileri akıtıyorsunuz. Onlarda tüm suratınıza yayılıyorlar. Ve daha da kötüsü sıktınız ve başarılı bir patlama yaptınız ama asıl o kıl folikülü’nün dibinde, o bakterilerin yuvası var! İşte orayı kurutmak lazım. Aksi durumda aynı yerden eskisini aratmayacak bir yenisi çıkacaktır. Bu nedenle biokadin sürüyoruz. Bakterilerin hakkından gelsin diye. Tabi tam da şu anda sivilcelerinizi sıkın öğüdü vermiyorum size!!! Aman dikkat!!! Biz şu an siyah noktalardan söz ediyoruz. Yoksa ben de zamanında sıkmasaydım, sonrasında oluşan kraterleri yok edebilmek için o kadar çok uğraş vermek zorunda kalmayacaktım!
Evet konumuza dönelim. Siyah noktaları temizledikten sonra onlara özel bir maske ile derinlemesine temizlik yapalım. İhtiyacımız olanlar meşhur Dukan diyeti ile ünlenen yulaf kepeği, ek olarak da maydanoz ve yumurta akı. 2 yemek kaşığı yulaf kepeğini bir kaba koyalım. 1 çay bardağı suda maydanozları kaynatıp 10 dk demleyip, suyunu ılıdıktan sonra yulaf kepeğinin üzerine dökelim. Bir yumurtanın akını da karıştıralım. Şimdi yüzümüze uygulayabiliriz. 15 dakika bekletip ılık suyla yıkayalım.
Ardından  yüzümüzü sıkılaştırmak için bir maske yapalım bu sırada cildimiz de dinlenecektir. Bir kaba kuru maya koyup (her markette bulabilirsiniz, köşede ki bakkalda bile var artık) ılık su ile balçık kıvamına gelene kadar yumuşatıp üzerine de 5 -6 damla limon suyu ekleyelim. Maya içinde ki potasyum, hatırı sayılır zengin protein miktarı ve B2 ve 6 vitaminleri ile cildin yenilenmesinden, toksinlerin atılmasından ve cildin yağ dengesinin dengelenmesinden sorumlu. Limon ise pH değeri 2-3 arasında %5 asit içerir. Bu asit sitrik asit ve askorbik asitdir (C vitamini). Bunlar cildimiz için yaralıdır ancak her zaman dediğim gibi azı yarar çoğu zarardır her şeyin. Eğer limon suyunu alıp yüzünüze sürerseniz bir süre sonra yüzünüzün karıncalanmaya ve yanmaya başladığını hissedersiniz. Aslında bu şekilde yüzünüze oldukça güzel bir ev ortamı peeling’i yapmış olursunuz. 5 dakikanın ardından hemen ılık su ile nötralize etmenizi öneririm. Asıl konumuzdan sapmayalım, aklımda o kadar çok şey var ki bir şeyi anlatırken bir sürü ilgili şey de peşi sıra geliyor. Umarım hepsini sizlerle paylaşmak kısmet olurJ
Evet mayalı sıkılaştırıcı maskemizi de 15 dakika bekletip yıkıyoruz ve sonra cildimizi nemlendirmemiz gerekiyor şimdi. Ben kayısı çekirdeği yağı kullanıyorum uzun zamandır. Yağlı, kuru yada karma cilt yapısındaki tüm cilt tiplerine güvenle kullanabilirsiniz. Ancak kuru bir pamuk ped’in üstüne birkaç damla damlattıktan sonra ped’i su ile biraz nemlendirin yani kayısı çekirdeği yağını dilüe ederek bu ped ile yüzünüzü ve boynunuzu silin. Harika bir nemlendirme elde edeceksiniz. Çekirdeği değil de sadece kayısı yağı olan ürün de gene yağlı ciltlerde, aynı şekilde nemli ped ile cilde uygulanabilir. Çünkü cildi kurutucu etkisi var uzun vade de.
Sıra tonikte! Bildiğim ve uyguladığım en güzel tonik maden sodası ya da gül suyu. İsterseniz ikisini karıştırabilirsiniz de. Cildinizi bir güzel tonikleyin ve sabah demlediğiniz siyah demlik poşetlerinden iki adet soğumuşunu gözlerinizin üzerine kapatarak 15-20 dakika dinlenin. Bunu hak ettiniz. Kendiniz için harikulade bir iş başardınız bu gün. Bunu her hafta yapın lütfen. Çünkü düzenli kullanma sizleri sonuca götürür. 8 hafta sonra cildinizdeki sonuca siz bile inanmakta güçlük çekebilirsiniz. Maskeler dışında diğerlerini her gün uygulayabilirsiniz.
Ancak tabi ki bu sözünü ettiğimiz ürünlerden birine alerjiniz olabilir. Yapmadan önce kolunuzun iç kısmına ya da elinizin üzerine sürerek deneyin bir kızarma ya da kaşınma varsa alerjiniz var demektir. Lütfen dikkat! Aslında bu küçük testi hayat boyu kullanacağınız her ürün de yapmanızı öneririm.
Pazartesi hangi güzel konu da konuşsak ve hayatımıza yeni güzellikler katsak acaba? Hıııııımmm…
Hadi bu da sürpriz olsunJ
İyi pazarlar dostlarım, sevgi ve sağlıkla buluşmak dileğiyle…


Resim kaynakları:

http://www.sevdaselim.net
http://www.sifamarket.com
http://www.yumaksepeti.com
http://www.ciltonik.com



21 Kasım 2014 Cuma

Dostlarımla doya doya paylaşacağım hayatımda yerni bir sayfa açıyorum ..

Herkese merhaba,
Bundan 2 saat öncesine kadar bir blog açmak gibi bir niyetim yoktu. Bu sabah uyandığımda, bu yeni güne başlarken böyle bir şeyin hayalini bile kurmuyordum. Ancak yıllardır arkadaşlarım ve yakın çevrem bana bunu neden hala yapmadığımı sorar dururlar. Beni küçüklüğümden beri tanıyanlar, beni uzun zamandır görmeyip de karşılaşanlar, öğrencilerim ve dahi herkes merak eder. Öğrencilerim den "hocam sizin yaşlanma gen'inizde defekt var" diyenler de olmuştur:) Bu benim için tabi ki çok mutluluk verici bir şey ve böyle güzel sözleri duydukça çok mutlu oluyorum. 
Bu dünya var olduğundan beri kadın cinsinin uyguladığı tüm güzellik yöntemleri ve diyetler vs hakkında bilgim var. Tabi akademik olarak öğretim üyesi olduğum bilim dalına ait alt yapı da bu birikimde ciddi rol alıyor. Ben bir doku bilimcisi ve embriyoloğum. İnsan'nın gelişim sürecini zigot olarak bildiğimiz ilk hücre evresinden doğuma kadar geçirdiği evreleri ve tüm doku ve organlarının elektron mikroskobik yapıları ve farklılıkları benim bilim dalımın konusudur. Bu nedenle hem akademik hem de sağlıklı güzelliğe karşı olan olağan üstü ilgim nedeniyle bu konuda tevazu gösteremeyeceğim kadar DOLUyum:) 
Sağlıklı güzelliğin cerrahi yöntemleri de ilgi alanlarımdan bir diğeridir. Öyle ki kendi bilim dalımın son kongresinde ki bildirim "Estetik uygulamaların doku üzerindeki etkileri" başlıklıydı. 
Herkes güzel olmak ister. Bu durum kadınlar için de erkekler için de aynıdır. Ancak güzel olmayı hedeflerken kendimize yaptığımız her şeyde çoğunlukla sağlıklı kalmayı gözden kaçırıyoruz. İnternet ortamında bir çok sitede ehil olmayan kişilerin açtıkları yüzlerce ve hatta binlerce sayfada "abra kadabra" yada "hokus pokus" tarifleri var. Cildimiz için, saçımız, kilomuz için ve hatta menopozu geciktirmek için hiç korkmadan bu tarifleri yapıyor ve UYGULUYORUZ!!!! Bu yaşamda bizi taşıyan bu sevgili bedenlerimize, dokularımıza, hücrelerimize nasıl zarar veriyoruz ve bu zararlar ileri yıllarda nasıl fitil fitil burnumuzdan çıkacak çoğumuzun haberi bile yok. Pekiiiii bilmek ister misiniz? Daha da önemlisi kendinize zarar vermeden, kendinizi hücrelerinize kadar yenileyerek hem diş görünüşünüzü hem de tüm organizmanızı tamamı ile nasıl değiştirebilirsiniz? Bunu öğrenmeyi ister misiniz? Sizden bambaşka bir siz yaratabileceğimizi söylesem bana inanır mısınız? Belki boyunuzu uzatamayız (ki cerrahi olarak bununda bazı yöntemleri var) ancak inanın sizi hücrelerinize kadar yenileyebiliriz. Bunun için İNANIN ve benimle kalın:)

Hepinize kucak dolusu sevgiler... 

20 Kasım 2014 Perşembe

KAZ AYAKLARI/Dr. Cigdem Elmas
Kucak dolusu sevgi ile yeniden merhaba.
Önce sayfamı ziyaret ederek bana destek veren ve sayısına inanmakta zorluk çektiğim tüm değerli dostlarıma sonsuuuuuz teşekkür ederim. Hep birlikte çok güzel paylaşımlar yaşamaya devam edeceğiz. Cilt bakımı, saç bakımı, makyaj, diyet, alış veriş, moda ve aklınıza gelebilecek her konuda konuşacağız ve kim bilir belki de ileriki zamanlarda sizlerden gelen taleple bu dostluğumuz ve desteğinizle isteyen okuyucularımın yaşam koçluğuna transfer olacağım. Sadece hanımlar değil, bey efendiler de aktarımlarımdan yararlanabilirler.
Hangi konu ile başlamalıyım diye hiç düşünmedim. Aklıma hemen her sene dersini anlatırken tıp fakültesi birinci sınıf öğrencilerimin de çok ilgisini çeken bir konu geldi.
Bu gün sizlere “kaz ayakları” olarak bilinen ve göz kenarlarımızda yaş almaya devam ettikçe belirginleşmeye başlayan çizgilerden nasıl korunabiliriz, neler yapmalı ve yapmamalıyız, bunlardan bahsedeceğim. Bu nedenle, bu günkü yazımda sizlerle, üzerinde hiç bir oynama yapılmamış ve en kocaman gülümsemem sırasında bile göz çevremde ne kadar bir çizgilenme oluşuyor, bu durumu en iyi gösteren fotoğrafımı paylaşıyorum. 
Ancak konuya geçmeden önce size biraz derimizi oluşturan yapılardan söz edeceğim ki anlattıklarım anlamlı olsun ve daha iyi anlaşılsın. Eeee serde doku bilimcilik var. Anlattıklarımı bilimsel bir gerçeklik ile sizlere sunmalıyım. Tabi ki amacım sizlere bu konuda uzun uzadıya ders vermek ve sizi sıkmak değil. Sadece genel hatları ile bilgi vereceğim. Çünkü sonrasında anlatacaklarım böylelikle anlam kazanacak.
Deri belki de çoğunuzun bildiği gibi, epidermis (epitel) ve dermis olmak üzere iki ana katmandan oluşuyor. Bunların aralarında da bazal membran adı verilen bir yapı var (üstteki resimde sarı çizgi ile, alttaki resimde ise şematik olarak gösteriliyor).  Epidermis çok katlı yassı tipte. Yani birkaç sıra üst üste sıralanmış hücreler var. Bu nedenle çok katlı ve en üstteki hücreler yassı görünümde olduğu için adı “çok katlı yassı”. Vücudumuzdaki tüm epitel hücreleri altında/ çevresinde “bazal membran” /“bazal lamina” bulunur.  Bu yapı bazı organlarda deliklidir, bazı organlarda da devamlıdır yani delik içermez. Delikli olan dokularda madde geçişine kolaylık sağlar. Deri gibi bazı organlarda da devamlıdır ki bazı zararlı maddelerin alttaki bağ dokuya geçini önlesin ve böylelikle bir bariyer görevi görsün diye. Çok değerli dermatolog hocalarımın da bu yazıyı okuduklarını düşünerek aflarına sığınıyorum. Dediğim gibi son derece basit ve detaysız anlatmaya çalışıyorum ki siz değerli okuyucularımı sıkmayayım. Bu bazal membran’ın deride üzerindeki epitel’den ve altındaki bağ dokudan kopması/ayrılması da cok ciddi deri hastalıklarının oluşmasına neden olur. Yani demek istediğim son derece önemli ve epitel ile bağ dokuyu birbirlerine sıkı sıkıya bağlayan güçlü bir yapıdır. Bazal membran’ın yapısını resimde görüyorsunuz! Burada incecik ipliksi yapılar fibro-retiküler bir ağ oluştururlar. Bu ağ arasındaki boşluklar nanometre düzeyinde son derece küçüktür. Gene resimde de gördüğünüz gibi derideki hücreler de birbirlerine değişik tipte bağlantı birimleri ile sıkı sıkıya bağlanmışlardır. Yani sizin yüzeyel olarak derinizin üstüne, göz  çevrenize sürdüğünüz o son derece pahalı kremlerin önce epidermis hücrelerini sonrada altındaki bazal membran’ı geçmesi gerekir. Şimdi soruyorum size, sizce bu mümkün müdür?
Tabi ki değildir, tabi eğer nanoteknoloji ile üretilmedilerse! Ancak o zaman epitel’i oluşturan bir sürü hücrenin sırayla hücre zarlarından ve sonrada epitel’in altındaki o güçlü bazal membran yapısından geçebilirler. Ne yazık ki piyasada bulunan ve biz zavallı hanımların ceplerinde kocaman delikler açan, yüreğimiz sızlaya sızlaya bir sermaye harcayarak aldığımız o kozmetiklerin çok azı nanoteknoloji ile üretilmektedir.
Peki o zaman ne yapacağız? Dediğim gibi bir çok site var ve o siteleri ben de okudum. Bu sitelerdeki saygıdeğer hocalarımızın tariflerine ve tecrübelerine dayanan yazılarına da saygım sonsuz. Ancak şundan bir tutam bundan bir tutam tarifler bana hep itici gelmiştir. Aktar aktar gezip “puslu havada okaliptüs gölgesine güneş doğarken açan antirifostik çiçeğinin ilk açan yapraklarını” bulmaya çalışmak size de zor gelmiyor mu? Ben sadece tecrübelerimi ve konunun uzmanı olarak sizlerle deneyimlerimi paylaşmak isterim. Kendim yıllardır ne yaptım sizlere onu aktaracağım. Bu blogda her zaman elinizin altında bulunan ve çok kolaylıkla ulaşabileceğiniz ürünlerden bahsedeceğim sizlere.
Bu akşam ki konumun içeriğinden söz ederken, sohbetimiz sırasında değerli bir hocamın bana az önce anlattığı bir hikâye ile konuya giriş yapmak istiyorum. Bandırma/ Balıkesir bölgesinde geçtiğimiz yıllarda yapılan bir araştırmada bu bölgede yaşayan kadınların bir kısmının ciltlerinin harikulade sağlıklı ve pırıl pırıl olduğu, yaşlarına göre de kırışıklıkların oldukça az olduğu tespit edilmiş. Sonra detaylı incelediklerinde bu kadınların tek bir ortak noktaları olduğu görülmüş. Oldukça önem arz eden bu ortak özellik hepsinin de “zeytin yağı fabrikasında” çalışıyor olmalarıymış.
Evet doğru çok doğru algıladınız. Saf zeytin yağı mucizevi bir üründür. Sayısız faydasından ve bazı diğer etkilerinden ileriki günlerde de bahsedeceğim. Ancak ben üniversite birinci sınıftan beri göz çevreme bildiğiniz “evigen ampul” kullanırım. Bu yıllar, kulakları çınlasın çok sevgili biyokimya hocamın bize bazal membran yapısını anlattığı ve benim konuya olan ilgimi arının bala olan aşkından üstün seviyeye taşıyan yıllardır. Saygıyla anıyorum kendisini. Evigen ampul içerisinde saf zeytin yağı içerisinde 300 mg dl-a-Tokoferol Asetat yani E vitamini bulunur. Gözlerimizi çevreleyen deride vücudumuzun geri kalanındakinden farklı olarak yağ bezi yoktur. Yani yağlı cilt yapısına sahip kişilerinde göz çevrelerini aynı şekilde nemli tutması gerekir. Ancak sakın evigen ampulü kırıp göz çevrenize boca etmeyin! Biliyorsunuz her şeyin azı yarar fazlası zarardır. Yüzünüzü iyice temizledikten sonra ki sakın her akşam peeling yapmayın (yüzümüzü nasıl temizleyeceğiz o da Pazar gününün konusu olsunJ) göz çevreniz henüz nemli iken, parmağınızın ucuna bir damla damlatacağınız evigen ampul içeriğini içten dışa doğru dairesel hareketlerle göz çevrenize iyice yedirin. Bunu nemli cilde uygulamanız önemli. O zaman göreceksiniz öyle parlak parlak yağlı bir görüntüsü de olmayacak. Hem nazikçe yaptığınız bu dairesel hareketler ile bu bölgedeki lenf drenajını da sağlamış olacaksınız ve zamanla göz altı torbalarınızda da azalma olduğunu göreceksiniz. Bu işlemi sabah akşam yapın. Sabah kalkar kalkmaz yapın ve bir süre iyice derinizin abzorbe etmesini/emmesini bekleyin ve makyajınızı daha sonra yapın. Aksi durumda göz makyajınız yanaklarınıza doğru akar ve Karayip korsanlarındaki Johnny Depp’e benzersiniz.
Peki, Evigen ampulü kırdınız onu öyle ağzı açık mı saklayacaksınız? Bunun da kolayı var. Evigen ampulü eczaneden alırken bir tanede insülin enjektörü ya da yoksa 5 ml’lik bir enjektör de alın ve evigen ampul içeriğini evinizde bu ampulün içine çekin ve bu şekilde saklayın. Kullanacağınız zaman işaret parmağınızın ucuna bir damla damlatın daha sonra iki elinizin işaret parmaklarını birbirine sürün ve aynı anda iki gözünüzün çevresine içten dışa dairesel hareketlerle uygulayın. Bir iki ay sonra farkı hissedeceksiniz.
Beni yakından tanıyanlar gayet iyi bilirler. Yapım gereği samimi ve dürüst biriyimdir. Öleceğimi bilsem her konuda doğru bildiğimi söylerim. Demem o ki 35 yaşını geçmiş ekonomik düzeyi biraz iyi olan her kadın, asrın mucizesi “Botox” ile tanışmıştır. Ben yaptırmayın demiyorum, ben de son 4 yıldır her sene yaptırıyorum. (Ancak lütfen konunun uzmanı bir hekime, lütfen lütfen lütfen! Bu konuda da daha sonra detaylı konuşacağız) Plastik cerrahi anabilim dalından çok sevdiğim arkadaşlarımla birlikte yaptığımız ve benim de doçentlik başvuru yayınım olan botox la ilgili elektron mikroskobik bir çalışmada bu ajanın kas ve sinir üzerinde bir zararlı etkisi olmadığını gördük. Kırışıklıklar ve kaz ayaklarının hakkından gelmek istiyorsanız ve ekonomik düzeyiniz de el veriyorsa tavsiyem 35-40 yaşından sonra her sene, henüz kırışıklıklar yerleşmeden, oluşmadan önce, önleyici olarak yılda bir kez botox yaptırın. Evigen ampul kullanmaya da 30’lu yaşların başında başlasınız tabi ki çok güzel olur. Ancak şimdi başlamanız da unutmayın ki 10 yıl ve sonrasına yatırım olacaktır. Tavsiye var, zorlama yok.
Sloganımız bu olsun.
Sevgi, sağlık ve güzelliklerle Pazar günü görüşmek üzere…

Resim kaynakları: